Buraya geldiğimden beri iki derdim var. Biri sis, diğeri terlik meselesi. İkincisi nihayet dün çözüldü, sis ise dağıldı ama sonra tekrar çöktü.
Looren diye bir yerdeyiz. Galiba 1000 metre kadar bir yüksekliği olan, Zürich'e bir buçuk saat mesafede bir "mezra", köy değil, kasaba hiç değil, bizim çevirmen-evi dışında topu topu birkaç çiftlik binasının önlerinde koyunları, inekleriyle yamaçlara yayıldığı bir alan. Yürüyerek beş dakikada markete gidebiliyoruz, o da Wernethausen diye ayrı bir yerde bulunuyor ki orası basbayağı bir kasaba. Bir okulu, bir lokantası, sokakların birbirinden ayırdığı birtakım ev kümeleri var. Bizim evden Wernethausen'e aksi yönde (sanırım Batı oluyor) dağları, uzakta çukurda kalan gölün parıltısını seyrederek saatlerce yürünebilen bir yol uzanıyor. Hepsi çok bakımlı tek tük evlerin olduğu yamaçlarda, dar bir yarık açarak derinleşen küçük vadilerin diplerinden, hatta evlerin eğimli bahçelerinden güzel sular akıyor.
Tabiat, hakkında hiçbir kitabi bilgimiz olmasa da ruhumuza iyi gelen, açık yaraları usul usul okşayan, irinleri belli etmeden temizleyen bir şeydir. Bir ara benim Çiçekçi'deki eski evde çiçeğe merak sarmıştım. Upuzun balkonumda yetişen çiçeklerin çeşidi elliyi bulduğunda bitkiler alemine kendimi iyice kaptırmış vaziyetteydim. Lale soğanlarının yazın saklanacağı kumlu çekmeceler imal etmekten yabani otları cımbızla ayıklamaya kadar yapmadığım şey yoktu. Bitkilerin isimleri çok cazipti, aslında galiba esas cazip tarafı buydu, basbayağı yeni bir dil öğrenir gibi filbahrilere, kumar çiçeklerine, tavşankulaklarına ve buhurumeryemlere kapılıp gitmiştim. Evde çiçek bakımı ve toprak çeşitleri hakkında kitaplar, bitki sözlükleri yığılırken bir noktada yılmaya başladım. Tabiat bir dildi, ama bildiğim hiçbir dile benzemiyordu. Hepsinden daha çok, daha zengin ve büyüktü, isimler renkler olmadan anlamlı gelmiyordu, kitaplardan öğrenilmesi imkansızdı, fakat kelimelerin işaret ettiği varlıkları arayıp bulmak da kolay değildi. Bu sırada çiçeklerin ne olduklarından çok ne olmaları gerektiği, yapraklarının ideal büyüklüğü, ideal gövde kalınlığı kafamı meşgul etmeye başlamıştı. İdeal ölçülerden bahsetmeye başladıysak orada bir kıstas tespit etme, ona ulaşınca başarı, ulaşamayınca başarısızlık hissi yaşama ihtimali vardır ve bu ikilem zevkle nadiren yan yana yürüyebilir. En sonunda -belki hayatımda ilk kez bir saplantıya dur demeyi başararak- bitki dilinden vazgeçtim.
Ondan beri tıpkı şimdi burada, Looren dağlarında, Bachtel tepesinde yaptığım gibi sadece bakıyorum. Yürüyorum, tekdüze görünen çayırların aslında renklerle, hepsine birden yeşil diyemeyeceğimiz kadar farklı tonlarla dolu olduğunu görüp bu keşifle sebepsiz yere mutlu oluyorum. Kasabanın insansız sokaklarında, yol kenarlarında bu mevsimde açmış papatyaları, gülleri uğurlu işaretler gibi algılıyorum. Buraya geldiğimden beri, yani beş gündür her gün yaptığım bu yürüyüşler sırasında kasabada topu topu beş - altı kişiye rastladım. Çabucak alıştığım bir adete göre karşılaşınca selamlaşıyoruz. Önceki gün tarlayla bir ev dizisinin arasında açılmış dar bir yolda önümde yürüyen yaşlı bir hanım birden durunca onu korkuttuğumu sandım. Hanım bir duvar dibinde açmış fulyaları hayranlıkla seyrediyordu. Önce Almanca, anlamadığımı görünce Fransızca bu bahar çiçeğidir, diye açıkladı, o da tıpkı benim gibi kış ortasında buna büyük bir sürpriz gibi sevinmişti.
Ormanın içine girmeyi ise bir türlü beceremedim. Aşağıda, yarım saat mesafedeki Hinwil'den başlayıp yukarıya doğru usul usul yükselen, öyle ki yürüyerek gelirken yokuş tırmanma hissi bile vermeyen çok düzgün bir asfalt yol var. Yolun iki yanında alçak binalar -evler, bir kereste atölyesi, çiftlikler- ve kah onları içine alan, kah geriye çekilen bir orman uzanıyor. Ormanın içinden geçen bir yol mutlaka vardır diye geçti aklımdan, evimizin sorumlusu Marco da olduğunu söyledi ama henüz tam keşfedemedim, hep şu sis yüzünden.
Buraya ilk geldiğim gün, yani tam olarak beş gün önce Hinwil istasyonundan bindiğim taksi beni sabah saatlerinde kapının önünde indirdi. İçeride sohbet sırasında yolda görmüş olmam gereken bazı ayrıntılardan bahsedilirken -alışveriş yapabileceğimiz bir çiftlik, Wernethausen'deki otobüs durağı gibi- nasıl bir yoldan geçtiğimizi hiç hatırlamadığımı fark ettim. Bunun içinde elbette yorgunluk vardı, yeni gelinen bir yerde yön tayin etmenin zorluğu vardı, ama aslında galiba sis yüzünden sahiden hiçbir şey görmeden gelmiştim buraya kadar.
Kapıdan girer girmez Monica odamı gösterdi, içeri beraber girdik. Şu an yazı yazdığım masa yeşil bir bahçeye bakıyor. Bir yamacın en tepesindeki bu bahçenin ucunda, aşağıdaki düzlükte otlayan ineklere, tek tük binalara bakan iki şezlong var. Solda sanki yazdan kalmış, kaldırılması unutulmuş hasır bir çardak görülüyor. Odamı göstermeye gelmiş olan Monica karşı yamaçta, tabandaki vadi ve gölün ötesinde Alplerin göründüğünü anlattı bana. Vadiye o kadar kalın bir sis çökmüştü ki bahçenin ötesinde bir şey olabileceğini düşünmemiştim bile.
Monica sis için adeta özür diler gibiydi. Burası isteyenin istediği kadar yalnız ve istediği kadar başkalarıyla olabileceği şekilde düzenlenmiş bir yer. Her çevirmenin bir odası, odasında bir yatağı dolabı, bir çalışma masası var. Çok iyi donatılmış mutfakta herkes yemeğini, kahvesini kendi yapıyor: hepsi farklı saatlerde uyuyup uyanan, bazen gece yarısı canı kahve, çay isteyen çevirmenlere ortak yemek saatleri koymamış olmak bence büyük düşüncelilik. Fakat çalışma imkanı veren şey aslında bu beşeri düzen değil. Uzun zamandır işitmediğim türden, elle tutulur bir sessizlik, toprağın kokusu, şehri bir anda geride bırakan, hayatı başka bir ritme kavuşturan dağların görüntüsü. Masa başında daldığım beş on sayfadan sonra odada ayılmamla, dayanılmaz bir yalnızlık ve tetikte bekleyen dertler üzerime çöktüğünde, bildiğim hayatın ve acılarının önemini bir an için azaltan tabiatın dev ölçekleri ve işleyişi. İşte sis, bu aydınlanma anını insanın elinden alıyordu ve sanki Monica bunu biliyordu.
Burada sis o kadar kalın ki üç metre mesafeden itibaren hiçbir şeklin olmadığı bir dünyada gibi hissediyorum kendimi. Biraz uykusuzluk çektiğim zamanlardaki gibi. Buraya gelmeden önce birkaç aydır bu durumdaydım. Günde birkaç saat uyuyordum, uyuyamıyordum, uyusam bile sanki zihnim kapanmıyor, hiçbir rüya görmüyor yahut hatırlamıyordum. Uykusuzluk başka bir varlık hali: Birkaç haftadan sonra renkler bile çok soluklaşıyor. Her şeyi yapabiliyor, ama hiçbir şeyden emin olamıyor insan. Doğru mu konuştum, sinirli miydim, üzdüm mü, gülünç duruma mı düştüm, lafları karıştırdım mı. Kıstaslar, kıstaslar üzerindeki kontrol kayboluyor. Gündüz sokakta yürürken uyku çöküyor, gece olunca yorgunluktan kımıldayamaz haldeki vücut bir türlü uyku haline geçemiyor. Burada sisin içinde sadece ışıklı şekiller -araba farları, sokak lambaları, camında ışık yanan evler- hayal meyal seçiliyor ve o varla yok arası, titrek görünüşleri uykusuzluk zamanında, gece pencereden baktığım zaman gördüğüm sokağı hatırlatıyor. Fakat garip bir şey, burada dünyayı bir odadan ibaret hale getiren sis bana derin uykular verdi. Geldiğimden beri -belki dışarıyla bir ilişkim kalmadığından, belki sessizliğin verdiği rahatlıktan- daha fazla uyuyorum.
Sis gelişimin üçüncü günü dağıldı. Evimizin sorumlusu Marco hemen bahçeye çağırıp dağları gösterdi. Sanki burada bulunmamızın anlamı buydu ve dağları hep birlikte görmek hepimizin güvenini yerine getirmişti. Birdenbire koskoca bir dünyanın ortasında kalmış gibiydim. Vadi tertemizdi, göl ve kenarındaki şehirler parıltısıyla kendini belli ediyordu. Dağlar kar içindeydi, sanki vadiye bir anda çökecek kadar yüksek ve korkutucu, bir o kadar da güven vericiydiler. Sessizlik ve serinlik içinde uzun uzun yürüdüm o gün. Ormanı da bir sonraki gün keşfedecektim, ne var ki ertesi gün yine sis vardı ve o günden beri hiç dağılmadı.
Başta söylemiştim, bir de terlik hikayem var. Denk gelirse sonra onu da anlatırım.

Comments
Post a Comment