Mağduriyetle Tanışan Çevirmenler Derneği

Üç kişilik bir derneğimiz vardı bizim. Üyelerden biri çabuk sıkılıp kendini geri çekti, geriye başkan ile ben kaldık. Başkanımızın derin, iyi bakan gözleri, telâşsız bir konuşması vardı. Derneğimizin kurulmasından önce, yeni tanıştığımız ve bir derneğe ihtiyacımız olacağını henüz bilmediğimiz zamanlarda, herkesin evinde telefon olurdu. Ben genellikle evde bulunmazdım. Aradığında yoksam, lütfen kendisine haber verin, birtakım gelişmeler var, diye not bırakırdı. Arardım. Kışın Suadiye'de, yazın Yalova'da çıkardı. Telefonu başkası açsa da o hep yakında olurdu. Bu aramalar, önce soru sormak, danışmak içindi. Sonra, sorulara hafif bir endişe karışır oldu. Gülerek, hafife alarak endişeyi savmaya çalıştık ama her şey bizim elimizde değildi. Bir yılın sonunda, artık görüşmek gerektiği açıktı.

Görüştük. 

Üç kişiydik. O gün biz farkında olmadan derneğimizin kurulmuş olduğunu çok sonra anladım: Mağduriyetle Tanışan Çevirmenler Derneği.

Henüz yirmi dört-yirmi beş yaşımdaydım, diğer iki üye, yetmişi aşmışlardı. Bunları bugün hesapladığım için biliyorum, o gün, sanırım yetmiş yaşın anlamını da henüz bilmiyordum. Yaş farkı bende bir eşitsizlik hissi yaratmıyordu, çünkü aynı işi yapıyorduk, bunun için çağrılmıştık.

Bizi bir araya getirerek tanışmamıza vesile olan yayınevi, geniş, mermer merdivenleri olan, eski bir binadaydı. Nasıl ya da kim beni buldu, çağırdı da gittim, bunu hatırlamıyorum. Karşısına sandalyeleri çektiğimiz dar masanın arkasında biri vardı, onunla hâlâ, nadiren de olsa görüşüyoruz. Acaba o zaman arkadaş mıydık yoksa o zaman mı tanıştık. Tavanlar ne kadar yüksekse, oda o kadar dar ve boğucuydu, tek hatırladığım bu. Bize dört ciltlik bir kitabı çevirtmek istiyorlardı. Her cilt bin sayfaya yakındı.

Sonradan başkanımız olacak olan çevirmen, iki cildi hevesle ve heyecanla sahiplendi. Sayfalar gözünü korkutmuyordu. Onun korkusu başkaydı. Emekliydi ve bir günü bile çalışmadan geçirirse, bildiği her şeyin bir beyaz kâğıdın üzerindeki su lekesi gibi kuruyarak küçüleceğinden ve kâğıdı büzerek yok olacağından korkuyordu.

Diğer çevirmenin yüzünü bile hayal meyal hatırlıyorum. Onun herhangi bir korkusu olduğunu da hissetmedim. Kitabı alıp yazlığa gitmekten, her gün birkaç saat çalışmaktan bahsediyordu. Kalan iki cildi onunla paylaştık.

Ben çok heyecanlı ve gereksiz yere gururluydum. Beni bulmuşlardı, çok önemli olduğunu söyledikleri bir kitabın çevirisi için beni düşünmüşlerdi. Henüz yayınlanmış tek bir çevirim vardı, ne kadar acemice, ne kadar beceriksizce bir iş çıkarmış olduğumu, ileride ona ve elimden çıkan bütün çevirilere hep bu gözle bakacağımı henüz bilmiyordum. O zamanlar, her yeni çeviri teklifi bir keşfedilmiş olma hissi veriyordu. Bu şevkle hiç dinlenmeden günlerce çalışabilirdim, çalışıyordum da. Sadece çeviri yapmıyordum. Birkaç yıldır, okulla beraber bir gümüş atölyesinde çalışıyordum, o sıra rehber olmak için kursa gidiyordum, beş kuruş kazanmadan havaalanında, geceli gündüzlü turist karşılıyordum. Son on yıl beni tanıyanlar buna inanamaz ama o zamanlar hiçbir işi, tek bir gün bile geciktirmeyecek kadar enerjim vardı.

Başımı kaldırıp etrafıma neler yaşattığımı, ihmalkârlığımı, sıkıcılığımı, haksızlığımı anlayabilecek olgunlukta değildim. Beraber yaşadığımız erkek arkadaşımla ipler kopuyordu. Kitabı tam vaktinde bitirdim.

Müstakbel derneğimizin başkanı ve diğer üyesi de bitirdi... ve aniden bir darboğaza giren yayınevi, kitapları basamayacağına karar verdi. Bize ödeme de yapamayacaklardı. Şahsen, içten içe, çevirinin bana öğrettikleriyle yetinmeye razıydım. O günkü tecrübemle, ben ve çevremdekiler, halkın hakkını aramayı meşru, kendi hakkımızı aramayı bir tür ayıplanacak bireycilik gibi görüyorduk. Hem zaten, kültür işleri ve para hesabı hiç aynı kefeye konabilir miydi?

Kitabın iki cildinin çevirmeni, müstakbel derneğimizin müstakbel başkanıyla telefonlaşmalar o zaman başladı. O işin peşindeydi. Ben aslında boş verdim demeye utandığım için, sabırla dinliyordum her seferinde. Yayıneviyle görüşüyor, girişimlerde bulunuyor, çözümler geliştiriyordu. Aşağı yukarı bir yılın sonunda, yayınevi çevirileri serbest bırakmaya karar verdi. Aslında belki baştan beri bunu söylüyorlardı, müstakbel başkanımızın çabasından dolayı koşulları zorlamaya çalışmışlardı, ama olmamıştı. Kitap zaten eskiydi, yani yazar telifi yoktu, biz de artık çevirilerimizi istediğimiz başka bir yayınevine götürebilirdik. Başkanımız -geriye bakınca, üçlü buluşmayla derneğimiz bu sıralar kurulmuş görünüyor- hemen yayınevi aramaya başladı.

Üçüncü çevirmen, çok kısa bir süre sonra bizden koptu. Ben bir yayınevine dışarıdan işler yapmaya başlamıştım, fakat bu tür -tarihi- kitaplar basan bir yer değildi, pek tanıdığım da yoktu, davamıza pek bir faydam olmuyordu. Başkanımız bir yandan kitabımız için, Suadiye'den, bazen Yalova'dan yayınevleriyle buluşmalar ayarlıyor, yaz-kış, üşenmeden kalkıp geliyordu. Bazı görüşmelere benim de gelmemi istiyordu ve her seferinde, bizim yayınevinden ya da başka bir yerden çevirmen aranırsa haberim olsun, diyordu. Birkaç kez, gerçekten denk geldi ve haber verdim de, sonra ne oldu da o işler olmadı, bilmiyordum. Başkanımızın emekliliği, meşguliyetsiz kalmamak için mücadeleyle geçiyordu. Bankacı olduğu biliyordum. Daha fazlasını söylese, mesela yönetim kurullarında yer aldığını, bakanlıklarda yüksek görevler aldığını anlatsa zaten kavrayamazdım, hatta tepki duyabilirdim. Belki bunu anladığı için bankacıydım, deyip geçmişti.

Birinci yılın sonunda, bir yayınevi kitabımızla ilgilendiğini söyledi. Çevirileri teslim ettik. O zamanlar disketli bilgisayarlar vardı, çevirimi bir disket içinde verdim. Bir yıl kadar sonra, ilk yayınevimiz kitaba tekrar talip oldu. İyice bir silkelenmeye karar vermişlerdi, başkanımız, gönül borcumuz gereği oraya dönmemizin doğru olacağını söyledi. Bize bir ödeme planı yaptılar ve sadık kaldılar da.

Fakat sonra, basmaktan yine vazgeçtiler.

Kitabımızı bundan sonra, bir, iki, üç, dört yayınevi kabul etti. Hiçbiri basamadı. En son, ilk yayınevimizden ayrılan bir arkadaşımız, yeni kurduğu yayınevinde basmak üzere, çevirileri bizden teslim aldı.

Başkanımızla artık, yakında derneğimizi ilga edebileceğimizi konuşuyorduk. "Saadet Hanım, efendim, yeni bir nâşir namzedimiz mevcut" diye başlayan telefon konuşmalarıyla, eski ve yeni binalarda, yüksek ya da basık tavanlı yayınevlerinde epey uğraşmıştık.

Bu rehavete belki de hiç kapılmamalıydık. Son yayınevimizle bilmem kaçıncı kez sözleşme imzalamak bizi bir yolun sonuna yaklaştırmış, başkanımızı canına can katan meşgalesinden mahrum bırakmış olabilirdi. Bir süre sonra, telefonların arası açılmaya başladı. Seyrekleşen sohbetlerde, bir hastalık sözü hayal meyal görünüp kayboluyordu.

Başkanımız, kitabın peşini yavaş yavaş bırakıyordu. İyi niyetinden zerre şüphe etmediğimiz arkadaşımız, çok büyük zorluklarla yayınevini ayakta tutmaya çalışıyordu. Başkanımız herhalde daha fazla üstüne gitmekte bir fayda görmedi. Belki hali de yoktu.

Sonra, aramaları tamamen kesildi. Kimseyi aramadığım, aramayanı hatırlayacak kadar düşünceli olmadığım zamanlardı. Bu sırada birkaç kez ev boşaltmıştım, kayıplarım vardı, her şey çok hızlı değişiyordu. Herkes birbirinden ve kitaptan koptu.

Geçen sene, çok başka bir vesileyle... ki bunu birazdan anlatacağım. Başkanımızı hatırladım. Öldüğünü öyle öğrendim. Arkasından kırk beş yıllık kamu hizmeti yaptığını ve anılarını yazdığını yazmışlar. Keşke kitabımız da çıkmış olsaydı. Ölmeden bir dakika önce, inatla, sabırla sahip çıktığı meşgalesinin arkasından anılacağını düşünüp mutlu olurdu, bana öyle geliyor. 


Comments

Popular posts from this blog